Tekrar hoşgeldiniz.
Ayakkapları içerde çıkarın.
Bugün 96,97 yıllarından bahsedeceğim. Kısa kısa hikayelerle monoton geçen çocukluğumun
ancak bu kadar monoton olabileceğine tanıklık edeceksiniz.
Bir de ilk defa
fotoğraflı yazmaya çalışacağım.
Umarım keyif alırsınız.
Böyrün.
Yıl 1996 güzel bir bahar
sabahı. Hatırladığım kadarıyla adanalı komşumuz Gülay teyze’nin diken kökü
soyup ağzımıza tıktığı vakitler. Bahara tekabül ediyordu.
Ya misafirliğe
gidecektik ya da annemin yine ‘yeni film aldım hadi bi fotoğraf çekelim’
önerisiyle başladı gün. Güzel bir kahvaltının ardından dolma teker bmx’ime
binip öylece turlamak, ayakkaplarımın altını eritmek istiyordum fren olarak
kullanarak.
Kendimi bildim bileli
anneannemlerle altlı üstlü ya da karşılıklı otururuz. ayrı değildik yani. 3-4 yıllık bir taşınma durumları yaşansa da hayatımız
böyle geçti, geçiyor. Biz taşındık onlar geldi, onlar taşındı biz gittik. Allahım
ne kadar tatlıyız. Öhe.
Velhasıl baharın vermiş olduğu tutkuyla tam kapıdan attım
dışarı kendimi ki; ensemde bir el hırkamdan içeri çekiyordu beni. ‘FOTRAF
ÇEKÇES NEREYE GİDİYOSUN?’
‘YA ANNÖ YAAAAA’
Yakarışlarım sonuç
vermemişti. Ama kaçış asla imkansız değildi.
Bunda bu kadar
abartılacak ne var diyebilirsiniz ama annemi tanımıyorsunuz. Fotoğraf çektirmeden
önce parmak uçlarını tükrükler kaşımı düzeltir, ceketimi pantolonumu tekrar
giydirir, en ufak ayrıntıyı bile kaçırmazdı. Makinanın 0.3 saniyede görüntüye
çevirdiği şeyin adı fotoğraftı. Ve biz 0.3 saniye için tam 1 saat hazırlık
yapıyorduk.
Neyse.
Annem tutmaya çalışıyor
ben kaçmaya. Annem tutuyor ben direniyorum, annem çekiyor ben bağırıyorum. Ufak
bir hengameden sonra bıçak kesiği gibi bir ses inletti bahçeyi.
‘DET!! AVRADINI
SİKERİM, DOĞRU DUR’ grandpa’s mechanics... dedem sükuneti sağlamıştı. Ben de bitkin
düşünce olduğum yerde durdum.
Ve sonuç:
Annem ben ve dedem
kameranın karşısına geçtik,
Güleyim de güzel
çıkayım diye başıma ufak bir tokat darbesi,
Duvarın arkasında sik
gibi kalmayayım, kadraja sığayım diye de beni kaldırmaya çalışırken 0.3
saniyede oluşan manzara.
Sonra mı?
Ver elini toz toprak.
Emin olmamakla beraber 97 senesiydi sanırım. O kadar zaman geçmiş ki
dedem bıyıklarını kesmiş zamanın dsp seçmeni, ak güvercin timsali dedem yine
bahçeye atmış sandalyesini, mahalleliyi izleyerek sosyolojik analizler yapıyor,
akşamına ‘bu hafize karısı da hiç yerinde durmuyor dinini siktiğim hep
çalışıyor, helal olsun’ gibi analizlerle karşımıza geliyordu. Daha anlaşılırdı
en azından. “hmm hafize çalışkan.”
Bir yaz günü dedem
ufukta elinde bir koliyle göründü. Biraz agresif yapısı vardı, çok sevdirmezdi
kendini. Ehe. Yanına koşamadım ve kutunun içinde ne var diye de meraktan ölüyordum.
Zaman yavaşlamıştı sanki,
ivmesi değişmişti yeryüzünün, kütlesi küçülmüştü güneşin 1 dakika 3 gün gibi
geliyordu. Neyse aq dedem geldi kapıya karşı apartmandaydık. Koştura koştura
gittim yanına perdeyi çekip. Annem arkamdan ‘yavaş yavaş düşceksin
öküzaleyhiselam’ dese de pek takmamıştım.
Düştüm sonra.
Dizim acıyordu lakin belli etmeden gitmiştim dedemin yanına. Benim konuşmama hacet kalmadan açıverdi
kutunun ağzını.
(Bu ne amk?)
-“bu ne dede?”
+“neye benziyo?”
(Ne biçim civciv bu
amk?)
-“ne dede bu kara kuru
ne bu?”
+”hehehe bıldırcın lan
bıldırcın.
(Vay amk)
-napcaz bunları?
+GÖ.. tövbe tövbe
yicez.
-ee ne zaman
büyücekler.
+ne kadar çok soru
soruyon sen ya, çekil şurdan.
Diyerek kapakladı
kutuyu yere, sonra saldı bıldırcınları. Kaçışmaya başladılar. İçgüdüsel midir
nedir panter gibi peşlerinden koştum. 4-5 tane falanlardı. Hepsi ayrı yöne
kaçıyordu. 15 dakikalık koşuşturmadan sonra dedem oturduğu yerden “oğlum napıyon?”
dedi.
“kaçıyolar dede tutmaya
çalışıyorum” deyince “o duvarlar niye var olm sen neden kendini aptal gibi
yapıyon” dedi. Biraz düşündüm haklıydı, sonra ben de çıktım duvarın üzerine
oturdum.
Cebimdeki yumiyumu çıkarıp kemirmeye başladım. Gözlerimi bi yere
sabitleyip gerizekalı karıncaları izler gibi bıldırcınların hareketlerini
izliyordum.
Velhasıl kelam akşamı
ettik.
Hep beraber yemek
yiyecek star tv’deki bet suratlı karının haber sunuşunu izleyecektik. Masa kuruldu
salata geldi, çorba içtik pilav kondu, lan üstüne bi et parçası attı anneannem.
Hiç ses etmeden ısırdım
bi parça. Tadı tavuk gibiydi ama tavuk değildi. Bu ne dedim anneannemi
dürterek sessizce. Bıldırcın dedi.
Yıkılmıştım. Artık eski
ozan değildim. Üzüntüden ağlayacaktım neredeyse. Durgunlaştığımı gören annem yesene
deyince; "YA BARİ BİRAZCIK BÜYÜSELERDİ" dedim.
Sessizlik oturdu
masaya.
Sonra benim o halimi
görünce dedem anlatmaya başladı.
Bu hayvanlar böyle
yeniyor da efendime söyleyeyim böyle yetiştiriliyor da, vay efendim yumurtası
çok vitaminli de, sağlıklı da falan da filan inter milan.
Geçmemişti üzüntüm.
Anneannemin her zaman
elma şekerleri vardı bu gibi durumlar için. Tevekkeli dedeme vermiş ‘ver şunu çocuğa da
al gönlünü’ diye dedem de geliverdi usulca yanıma.
Neyse düzelttik
aramızı.
Akşam biraz zor uyusam
da sabah dinç uyanmış dedemi yine bahçede otururken görmüştüm. Kahvaltımızı
ettik, ben tam atariyi takmış mario oynayacakken. “KALK FOTRAF ÇEKÇES” dedi
annem.
Dejavu..
Ellerim cebimde
çıkıverdik evden. Dedemin yanına gittik. Annem kaşlarını düzelt direktifiyle
beni derledi. Dedemin önüne oturttu, peynir diyin bakiyim diyerek resmetti
geçen günün suratımızdan silinmeyen şaşkınlığını.
En azından dedemin.
Ben sinsi sinsi peynir dedim ama dedem demedi.
Yaşımdan mütevellit
balık hafızası gibi ruhiyem mevcutmuş. Yıllar sürebilecek potansiyel bir
travmayı zor uyuyarak atlatmışım sadece. Tebrikler bana. Beni.
Kollarıma sakızdan
çıkan dövmeleri yapıştırdığımı saymazsak çocukluğum çok sıradandı be Müjgan.